KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. Örtülü savaşlar

Örtülü savaşlar

Hasan Oktay Hasan Oktay - - 14 dk okuma süresi
336 0

Ankara Tren Garı, Genel Kurmay Kavşağı, Güvenpark, İstiklal Caddesi, Atatürk Havalimanı ve son olarak Gaziantep’te 2015 yılının başından bu yana canlı bombalar tarafından gerçekleştirilen, yüzlerce insanın hayatını kaybetmesine ve yüzlercesinin yaralanmasına yol açan intihar saldırıları şiddet sarmalı içinde yaşayan Türkiye’nin teröre çözüm bulma çabalarının en kritik gündem maddesini oluşturuyor.

Gaziantep’te bir sokak düğününü kana bulayan ve 50’nin üzerinde can kaybına yol açan saldırının eylemcisi resmi açıklamalara göre 13-14 yaşlarındaki bir çocuk. Bu saldırı, intihar bombacılığının artık çocuk yaştaki insanları bile eylemlerine alet edebilecek kadar insanlık ve merhamet ölçülerinin dışına çıktığını gösteriyor. Öte yandan eylemin zamanlaması, hedefleri ve gerçekleştirildiği ortam, saldırının 15 Temmuz darbe girişiminin halkın topyekün karşı çıkışıyla püskürtülmesinin ardından Türkiye üzerinde dış odaklı stratejiler doğrultusunda oynanan oyunların yeni bir perdesi olarak sahneye konulduğuna işaret ediyor.

Örtülü savaş

İntihar saldırılarının tarihsel arka planı ve gelişme seyri incelendiğinde 40’lardan 90’lara kadar dünyanın farklı ülkelerinde tek tük ortaya çıkan ve düşük kayıplarla sonuçlanan saldırıların 90’lardan sonra hem sayıca hem de yol açtıkları tahribat yönünden hızlı bir yükseliş eğilimine girdiği, 2010’lardan sonra ise tüm dünyada zirve yaptığı görülüyor. Yükselişin başladığı 90’lı yılların ortaları dünyada Soğuk Savaş döneminin sona erdiği, uluslararası odakların küresel hakimiyet planlarını ve yeni güç dengeleri içindeki konumlarını uluslararası terör üzerinden gerçekleştirme arayışına girdikleri bir dönem. Nitekim etnik, dini ve siyasi ihtilaflara bağlı çatışmaların yaşandığı bir coğrafyada ve enerji koridorlarının tam ortasında bulunan Türkiye’de terörün küresel eğilime paralel olarak 90’ların ortalarından itibaren yükseliş eğilimine girmesi ve son yıllarda sıkça yaşanan intihar saldırılarıyla doruğa ulaşması boşuna değil.

20. yüzyılın ilk yarısında ulusal karşıtlıklara ve askeri yayılmaya dayalı cephe savaşlarının, Soğuk Savaş döneminde ise ideolojik kutuplaşma ekseninde oluşturulan bloklar çatışmasının yerini 21. yüzyılın sınırsız dünyasında asimetrik unsurların ve yumuşak güç araçlarının kullanıldığı ve devlet dışı aktörler üzerinden yürütülen vekalet savaşları almış bulunuyor. Düzenli birliklerin katıldığı cephe savaşları yalnızca ulusal devlet yapısının veya ulusal sınırlar içindeki coğrafi bir alanın korunması ya da toprak kazanmaya yönelik yayılmacı askeri bir harekat söz konusu olduğunda anlamlıdır. Uluslararası ekonomik ve siyasi üstünlük elde etme çabalarının siyasi sınırlardan bağımsız olarak küresel sermaye, ekonomik entegrasyonlar, uluslararası örgütler ve küresel kapitalizmin pazar hakimiyetiyle sağlandığı günümüz dünyasında nizami savaşlar yerlerini bölgesel çatışmalara, terör faaliyetleri gibi düşük yoğunluklu savaş yöntemlerine bırakmıştır.

Düşük yoğunluklu savaşta düzenli ordularla çatışarak büyük çapta askeri kayıplar verdirmek veya toprak kazanmak değil; hedef ülkelerin parçalanmış yapılarını kullanarak siyasi çatışmalara yol açmak ve terör örgütlerinin eylemleri üzerinden ekonomik ve siyasi istikrarı ve kamu düzenini bozmak amaçlanır. Eylemlerle verdirilen sivil ve askeri kayıplar birincil hedef olmakla birlikte esas amaç bu yolla halkın güven duygusunu zedelemek, moralini çökertmek ve ülkenin itibarına zarar vermektir. Bu yaklaşım çerçevesinde bakıldığında, küçük gruplar ve terör örgütleri nüfuz alanlarını genişletmek isteyen uluslararası güçlerin operasyon araçları, terör eylemleri ise bu amaçla başvurdukları örtülü savaşlardır. Dolayısıyla bu kapsamda intihar saldırıları askeri ve siyasi stratejinin bir parçası, intihar bombacıları ise doğrudan doğruya bir savaş aracı olarak işlev görüyor.

İslam dünyası ve Türkiye

İntihar bombacılarının ağırlıklı olarak İslami eğilimli siyasi yapı ve örgütlerle bağlantılı gözükmesi, onların radikal söylem ve tezlerinin savunucusu ve militanları olarak sembolleştirilmeleri Soğuk Savaş dönemi sonrası oluşturulan yeni bloklar çatışması düzeni ile doğrudan ilişkilidir. Gerek intihar saldırıları stratejisinin 90’lardan sonra gündeme gelmesi, gerek dünyanın hemen her tarafında bu kapsamda gerçekleştirilen eylemlerin çoğunun Taliban, El Kaide, Hamas, İslami Cihad, Hizbullah, DAEŞ gibi sözde İslami çizgideki yapılarla doğrudan ilintili olması bunun açıklamasıdır. Bu husus ayrıca Soğuk Savaş sonrası çöken küresel siyasi karşıtlıklar denkleminde Batı’nın karşısında komünizmin yerine düşman blok olarak “İslami radikalizm”in geçirilmesi ve Türkiye’nin de yakın dönemde bu kuşağa dahil edilmeye çalışılmasıyla anlamlı bir biçimde örtüşüyor. Batının uygar, küreselci, modernleşmeci, özgürlükçü kimliğinin ve gelişmeci ideallerinin karşısında çöken komünist blok yerine fanatik, cihadçı, protest, intikamcı, selefi bir hasım gerekiyordu ve çeşitli mahrumiyetler içindeki İslam toplumları adına ortaya çıkan türedi radikal örgütler bu rolü pekala üstlenmiş bulunuyor.

Blok çatışmasının yeni yüzü

Soğuk Savaş döneminde komünist ve kapitalist bloklar arasındaki siyasal yayılma ve nükleer silahlanma hedefli casuslar savaşı ve siyasi gerilim senaryolarının yerini 11 Eylül hedeflerine, Amerikan askeri üslerine, metro istasyonlarına, hava limanlarına, halkın toplu olarak bulunduğu yerlere patlayıcı yüklü araçlarla ve canlı bombalarla yapılan intihar saldırıları almış bulunuyor. New York, Paris, Londra ve Brüksel gibi Batı’nın simgesel önem taşıyan kentlerinde gerçekleştirilen intihar saldırıları, dejenere olmaya başlayan refah toplumlarında kimlik bilinci ve ideolojik aidiyetin keskinleştirilmesinde önemli bir uyaran işlevi görüyor.

Ortaya çıkan eylemler, Batı dünyasının sahip olduğu temel değerlerin her zaman saldırı altında olduğu tezine gerekçe oluşturmakta, liberal barışçı ideallerin korunmasında gevşekliğe düşülmemesi ve bu doğrultuda savunma reflekslerinin her zaman canlı tutulması gerektiği yönünde güçlü mesajlar vermektedir. Buna karşılık söz konusu eylemler türedi terör örgütlerinin dünyanın her tarafında ezilmişlik duygusu içinde yaşayan İslam ülkelerinden gönüllü savaşçı ve militan devşirmelerinde etkili bir çekim gücü oluşturan, mücadele ve savaş ruhunu besleyen araçlar konumundadır. İntihar bombacıları ise, yeni çatışma denkleminin anlamlandırılması ve varlığının sürdürülmesinde ilham kaynağı ve örgüte yeni katılanlara cesaret ve kahramanlıkta örnek savaşçı kişilikler olarak gösteriliyor. İntihar saldırıları, gerçekleştirenlerin mutlak ölümü göze almış olmaları, teşhis edilmelerindeki güçlük ve insanlar arasında dikkat çekmeden hedeflerine ulaşabilme avantajları nedeniyle takip edilebilmeleri ve önlenebilmeleri son derece güç, büyük çapta can ve mal kaybına yol açabilen eylemlerdir. Öte yandan, planlanmış belli sayıdaki intihar eylemi girişiminin çoğu gerçekleştirilemeden etkisiz hale getirilse bile, hedefine ulaşabilen az sayıda eylem, örgütlerin elde etmek istediklerini sağlayabilmektedir. Bu bağlamda akamete uğrayan intihar saldırıları bile örgüt destekçileri nezdinde ideolojik sadakati ve bağlılığı pekiştirmeye, geniş halk kitlelerinde ise tedirginlik, psikolojik tahribat ve moral çöküntüsüne yol açmaya yetiyor. Bu tür saldırıların can kaybına ve fiziki tahribata neden olma dışında esas olumsuz sonucu, yaygın terör korkusuna yol açmalarıdır. Terör korkusu altında yaşamanın, nereden geleceği belli olmayan saldırı beklentisiyle sürekli tedirginlik ve alarm halinde bulunmanın doğurduğu psikolojik tahribat halkın moralini ve gündelik hayatın akışını her yönüyle etkiliyor. Toplumda yol açtığı bu sonuçlar dolayısıyla terör korkusunun terörün kendisinden daha etkili olduğu bilim çevrelerince kabul görmektedir.

Terör örgütlerinin çoğu defa arka planda ve daha üst ölçekte amaçlar taşıyan politik ve askeri güçler adına vekalet savaşı sürdüren taşeron örgütler oldukları dikkatten kaçırılmamalı.

Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de PKK terör örgütü ve DAEŞ’in gerçekleştirdikleri intihar eylemlerinde yer, zaman ve eylem biçimi seçiminin doğrudan ülkenin güvenlik sistemini zaafa uğratmaya ve belli sektörlerdeki itibar ve imajını zedelemeye yönelik olduğunu anlamak zor olmayacaktır. Bu bağlamda Genel Kurmay kavşağındaki saldırının devletin merkezi otoritesini ve kamu güvenliğini yıpratma amacı taşıdığı, İstiklal Caddesi ve Atatürk Havalimanı saldırılarının ulaşım altyapısını ve turizm sektörünü hedef aldığı ve dolayısıyla ekonomik istikrara ve Türkiye’nin uluslararası imajına zarar vermeye yönelik olduğu açıktır. Gaziantep saldırısında hedef olarak mütevazı bir mahalle düğününün seçilmesiyle terör tehlikesi ve bununla bağlantılı dehşet duygusunun sosyal yapının en alt katmanlarına kadar nüfuz ettirilerek kamu güveninin bütünüyle yok edilmesinin ve bu yolla Türkiye’ye diz çöktürülmesinin amaçlandığını anlamak zor değildir.

Türkiye’nin gelişen ekonomisi ve demokratik rejimi ile İslam ülkelerine örnek oluşturduğu algısı, çevre ülkelerde yaşanan savaşlardan doğan kaos ortamı, PKK terörü ve peş peşe uğradığı intihar bombalarıyla epeyce sarsılmış görünüyor. DAEŞ’in ayrıca son zamanlarda uluslararası aktörlerin devreye girmesi ve karşıt güçlerin toparlanması nedeniyle Irak ve Suriye’de elde ettiği bazı kazanımları kaybetmekle uğradığı prestij kaybını odak ülke konumundaki Türkiye’nin metropollerinde gerçekleştirdiği bombalama eylemleriyle gidermeye çalıştığını anlamak zor değil. Öte yandan tüm bu istikrarsızlaştırıcı gelişmelerin Ortadoğu’da nüfuz ve hakimiyet alanlarını kaybetmek istemeyen güçlerin Türkiye’nin bölgedeki dengelerin değişim ve kontrolünde söz sahibi olabilme potansiyelini ortadan kaldırmaya yönelik bir işlev gördüğü açık.

Ne yapılmalı?

İntihar bombacılarının davranış ve eylemlerinin psikanalistlerce incelenmesi, temel kişilik özelliklerinin ve uğradıkları ruhi sapmaların belirlenebilmesi açısından önemli bulguları ortaya çıkaracaktır. Öte yandan intihar bombacısının yüzlerce kişinin ölümüne ve yaralanmasına yol açan eylemiyle adına hareket ettiği siyasal ideolojiye bağlı olanlar ve geniş halk kitleleri nezdinde uyandırdığı etkilerden sosyal bilimciler ve siyaset psikologlarının alacağı önemli dersler var. Terörist örgüt içinde intihar bombacısının seçimi, eğitimi, şartlandırılması ve hedefe kilitlenmesi mikro ölçekli bir inceleme alanı olarak üzerinde ayrıntılı çalışmalar yapılması gereken bir konu. Ancak bundan daha önemlisi sorunun eylemcinin düşünce ve ruh dünyasının dışında kalan bölümü, yani intihar eylemlerinin bir savaş ve terör aracı olarak kullanılmasına ilişkin dinamikler, süreçler ve bu çerçevede uygulanan yöntemlerdir. Bu kapsamda dikkatlerin intihar saldırılarının planlanmasıyla gerçekleştirilmesi arasındaki aşamalara yoğunlaştırılması, teröristlerin saldırmayı planladıkları sivil ya da askeri hedefe ulaşmadan önce etkisiz hale getirilmeleri hayati önem taşıyor.

Son üç yılda eskisiyle karşılaştırılamayacak ölçüde artan terör ve intihar saldırılarının ve 15 Temmuz darbe girişiminin Türkiye’nin vesayet zihniyetine ve uluslararası müdahalelere karşı milli ve sivil siyasi iradesini ayakta tutma çabası verdiği bir döneme denk düşmesi tesadüf değildir. Türkiye, istikrarını bozmak isteyen uluslararası güçlerle ve terör örgütleriyle baş edebilecek ve içinde bulunduğu sarmaldan kurtulabilecek güçtedir. Ancak bu konudaki azim ve kararlılığından bir an bile vazgeçmemelidir.

Doç. Dr. Ulvi Saran

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir