KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. Türkiye’nin NATO’ya girişinin öyküsü

Türkiye’nin NATO’ya girişinin öyküsü

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 25 dk okuma süresi
308 0

Birinci Dünya Savaşı döneminde Bolşevik İhtilalinden sonra Ruslar Türkiye’den çekilmiş ve kendi iç düzenlerini yeniden kurma ve yenilik inşalarına dönmüşlerdi. Bu yenilik hareketi kapsamında da diğer ülkelerle dost kalmanın yanı sıra onlarla dostluk anlaşmaları da imzaladılar.
Bu anlaşmalardan biri de Brest Litovsk Anlaşması’nın yerine geçen ve Kafkas ülkeleri ile ilişkilerin neredeyse temel düzeyini belirleyen kars anlaşması bu anlaşma 13 Ekim 1921’de imzalanmıştır Bu anlaşma maddeleri İkinci Dünya Savaşı dönemlerine kadar hükmünü korumaya devam etti.

8 Nisan günü çıkan gazeteler Arnavutluk istilasını facia ve felaket olarak nitelendiriyordu . Cumhuriyet dönemimin simge gazetecilerinden Falih Rıfkı Atay “Avrupa buhranı azami haddindedir. Hava, tehlike çanlarının sesiyle boğulmuştur; harp sonrası tarihi esaslı bir dönüm noktasına gelmiştir”() değerlendirmesi ile süreci aktarmıştır.
Tam bu dönemde Türkiye ile İngiltere ortak bir anlaşma imzaladı. 12 Mayıs’ta ilan edilen anlaşmada; Türkiye ile Britanya hükümetleri arasında sıkı bir istişarenin olduğu ve ortak görüşlere varıldığı, buna göre Akdeniz’de oluşacak herhangi bir tecavüzde ortak hareket edileceği, anlaşmanın hiçbir devlet aleyhine olmadığı lakin olası bir ihtiyaçta karşılıklı yardım edileceği, iki hükümetin temel amacının Balkanların güvenliği olduğu ilan edilmişti.
22 Eylül 1939’da dönemin Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu, Moskova’ya yola koyulmuş ve bu ziyaretin bahar ayında yapılan ziyarete karşılık iade-i ziyaret olduğu ve Türk-Rus dostluğunun devamı niteliğinde bir ziyaret olduğunu beyan etmiştir ().
Sovyet tarafı bu görüşmede “Sovyetlerin Türkiye ile bir yardım anlaşması imzalayacağı lakin bu anlaşmanın Rusya ile Almanya arasında bir savaş sebebi sayılmayacağı, 1936 Montreux Boğazlar Sözleşmesinde bir tadilat yapılmasını” önermiştir. Bakan Saraçoğlu, boğazların konu bile edilemeyeceğini beyan ederek teklifi reddetmiştir.
16 ekimde sonlanan görüşmeler aslında Türkiye ile Rusya’nın saflarını belli etmek amaçlı olduğunu da yine o dönemin yansımalarından biri olmuştur. Tüm bu gelişmelerin ardından, Türk heyeti 17 Ekim 1939’da Rusya’dan ayrılmıştır.
2. Dünya Savaşı sırasında Almanya önce Polonya’ya saldırdı. Bu savaş Rusya ile Almanya’nın arasında büyük sıkıntılara sebebiyet verdi. Sovyetler Birliği de bu durumu fırsat bilerek Finlandiya’ya saldırdı. Bu durum üzerine Milletler Cemiyeti, Rusya’yı 14 Aralık 1939 kararıyla üyelikten çıkardı. Rusya, karara aldırış etmeksizin Fin cephelerinde ilerledi ve 12 Mart 1940 yılında Moskova’da anlaşma imzalandı.
Küçük bir ülke olan Finlandiya’nın Moskova’ya karşı uzun süre direnmesi Hitler’in gözünden kaçmadı. 1940 yılında Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov ve Hitler, Avrupa, Afrika ve Asya’nın geleceği konusunda görüşmelerde bulundular. Görüşmede esasen Hitler Molotov’a, Balkanlar’a inmeyeceği izlenimini vermiş, bu konuda Rusya’nın görüşünü sormuştu.
Molotov ise Stalin’in görüşünü almadan cevap veremeyeceğini beyan etmiş, ancak Stalin’den beklenen cevap gecikmemişti. Stalin, “Almanya’nın Finlandiya’dan çekilmesi, Sovyetler Birliği’nin Karadeniz ve boğazlarda güvenliğinin sağlanması, Batum-Bakü hattının güneyinde İran Körfezi’ne kadar olan bölgenin Sovyetlerin nüfuz bölgesi olarak kabul edilmesi ve Japonya’nın sahali’deki imtiyazlarından vazgeçmesi” şartlarını öne sürdü.
22 Haziran 1941’de Almanya, 1945’e kadar devam edecek olan Rusya ile savaşını başlattı. Tarihler 3 Ekim 1941’i gösterdiğinde Hitler, Rusya’ya neden saldırdığını kendi ağzından anlatırken türkiye’yi ilgilendiren bir madde dikkat çekiciydi:
“Rusya, Çanakkale Boğazı’nda kendisine ait üsler istiyordu. Belki Molotov bunu reddedebilir bu hiç sürpriz olmaz. Belki yarın veya yarından sonraki gün o artık Moskova’da olmayacak ve Moskova’da bulunmadığını da reddedecek. Çanakkale Boğazı’yla ilgili talebini de reddettim. Reddetmek zorundaydım. Ardından anladım ki daha fazla müzakere yapmak bir sonuç getirmeyecek”
Tarihler 22 Haziran’ı gösterdiğinde İstanbul gazeteleri, Alman-Sovyet savaşında tarafsız olduğumuzu yazıyordu().

1941 yılı Ağustos ayına geldiğimizde ise İstanbul gazetelerinde bizleri ‘Türkiye taarruza uğrarsa İngiltere ve Sovyetler yardımda bulunacaklardır’ manşeti karşılıyordu. Yine o tarihte neşredilen gazetelerde, İngilizler ve Sovyetlerin Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne sadık kalacaklarına dair birer nota verdikleri yönünde haberler yer aldı. Sovyetlerin Hariciye Halk Komiserinin SSCB adına Montro mukavelesinde sadakatini teyit eder ve boğazlar hakkında hiçbir tecavüzi niyeti ve ne de mutalabatı bulunmadığını Türk Hükümeti Türkiye Cumhuriyetinin toprak bütünlüğüne ihtimamla riayet etmeğe amadedirler “ şeklindeki notalar yer aldı.()
1943 yılında İngiliz tarafının olası bir savaş senaryosuna ilişkin raporlarında; Türkiye’nin Romanya petrol sahalarının ve Karadeniz’deki haberleşme noktalarına karşı yapılacak saldırılarda bir üs olarak kullanılabileceği, Çanakkale Boğazı’nın sadece Birleşmiş Milletler üye ülkelerine kullandırılması gibi maddeler yer alırken, Türkiye’nin savaşa girmeme sebebi olarak ise Türkiye’nin Almanya’ya olan mevcut korkusu ve Rusya’yla savaşın sonrasına ilişkin çekincelerin öne çıktığı yazılmakta idi ().
İngiliz Devlet Adamı Churchill, ABD Başkanı Roosevelt’e iletilmek üzere yazdığı mesajında, “ABD’nin Anglo-Sovyet toprak bütünlüğünü ve Türkiye’nin statüsünü garanti etmesini istediği, talep edilirse çevre ülkelerdeki ordularının Türkiye’ye yardıma gidebileceğini” bildirilmiştir().

Moskova Konferansı 19 Ekim 1943’te başladı. Tasviri Efkâr; “Üçler Konferansı Toplandı” manşetiyle olayı, okuyucularına duyurdu.
Konferansta üç büyüklerin Dışişleri Bakanları; Hull (ABD), Eden (İngiltere), Molotov (Sovyetler Birliği) Moskova’da bir araya gelmişlerdi ve temel olarak şu konular ele alınmıştı:
1- Avrupa’da nüfuz mıntıkaları tesis edilmemesi.
2- Avrupa’da küçük memleketlerin federasyonlar teşkil etmelerinin meni,
3- Avrupa’da Bolşevikliğe karşı bir ittifaka mani olunarak Sovyetlere makul stratejik hudutlar temini
İngiltere’nin tüm çabalarına rağmen Türkiye savaş konusunda ısrarlıydı. 20 Nisan 1944’te Almanya ile olan krom ticareti baskılardan dolayı durduruldu. Bunun sebebi ise müttefik devletlerin bu krom ticaretinin durdurulmaması sonucunda uygulamaya koyacakları ambargo tehdidiydi.
23 Şubat 1945‘te Türkiye savaşın bitimine 2 ay kala savaşa girmiş lakin fiilen herhangi bir cepheye katılmamıştır.

TRUMAN SONRASI DÖNEM
9 Mart 1945 tarihli telgrafta, ABD’nin Yugoslavya Büyükelçisi’nin güvenilir bir kaynaktan Molotof ile Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi’nin görüştüğü bilgisine yer verilmiştir. Yine aynı telgrafta görüşmenin içeriğine ilişkin ise Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nde Rus tarafının revizyon talep ettiği, Türk Büyükelçi’nin ise bu konunun uluslararası bir mesele olduğu cevabı verdiği” hususuna yer verilmiştir. ()
21 Mart 1945 tarihli ABD Sovyetler Birliği Büyükelçiliğine çekilen telgrafta ise şu bilgiler yer almaktaydı:
Molotov’un 17 Aralık 1925’te imzalanan Sovyet Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşması’nı sona erdirmeyi planladığı ve bu durumun Türkiye Büyükelçisi Sayın Sarper’e bildirildiğini, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra artık Rusya ile Türkiye arasındaki mevcut dostluk anlaşmasının yeni durumlara cevaz vermediği ve iyileştirilmesi gerekmektedir.”
Telgrafın devamında ise, 17 Kasım 1935 tarihli kararname ile sözü edilen anlaşmanın reddinin istendiği, bunun karşılığında ise Türk Büyükelçinin durumu Türk hükümetine bildireceği söylediği hususu paylaşılmıştır.
Londra Radyosu’nun verdiği haberlerde, Sovyet Rusya’nın dostluk anlaşmasını imzalamak için şarkta 1921 hududuna dönülmesi, yani Kars ve Ardahan bölgelerinin geri verilmesi, Boğazlarda ise askerî üs temin edilmesi isteği dinleyicilere duyurulmuştur.

Rusya’nın Kars ve Ardahan taleplerinin Rusya ve Türkiye arasında bir sorun olduğunu beyan eden Büyükelçi Boydur, ABD’nin ve Hitler’in savaştan önceki toprak taleplerini hatırlatmıştı. ABD’nin tüm gemilerin boğazlardan geçebilmeli sözüne karşılık olarak da Rusya’nın istediği bir zamanda istediği kadar silah yüklü gemiyi rahatça Akdeniz’e indirebileceğini söyleyen Boydur, Rusya’nın bu gemileri Çanakkale Boğazı’ndan geçirebileceğini ifade etmiştir. ().
16 Aralık günü Tiflis Gazetesi’nde komünist De S. Janashia’nın makalesi yayımlandı. Bu yazı N. Berdzenishvili’nin çevirisiyle “Türkiye’ye karşı yasak iddialar üzerine” başlığıyla 20 Aralıkta ‘Pravda’ ‘İzvetsiye’ ve ‘Kızıl Yıldız’ gazetelerinde yeniden basıldı.
Olay 21 Aralık günü gazetelerine yansımasıyla neredeyse ülke ayağa kalktı. ‘İki Gürcü profesörün gülünç talepleri’ başlıklı yazıda iki Gürcü profesörün Sovyet gazetelerinde Türkiye aleyhine ileri sürülmüş arazi taleplerinin siyasi çevrelerde derin bir tesir uyandırdığına değinilmiştir. Sovyet gazeteleri iki profesörün makalesini ‘Türkiye’ye karşı haklı taleplerimiz’ altında neşretmiştir. Bu makale dört bin kelime tutmaktadır.
Sovyet Rusya Akademisi üyelerinden Canaşya ile Birdanisvilli namında iki profesör Tiflis’te çıkan Komünist mecmuasında “Gürcistan’ın Türkiye’den toprak istekleri” hakkında uzun bir makale yazmıştır.
‘Pravda’ ve ‘Kızıl Yıldız’ gazeteleri dahil olmak üzere diğer Moskova gazeteleri makaleyi alıntılamışlar, fakat hiçbir mütalaa ileri sürmemişlerdir. Bu makale hakkında resmi Sovyet Naktai nazarı da açıklama yapmamıştır.
İki Gürcü profesörü tarafından neşredilen makalenin en önemli parçaları şunlaradır:
“1897’de Gürcü Devleti’nin hudutları güneydoğuda Van Gölü’nün batı köşesinden başlayarak Erzincan’a kadar ve Erzincan’dan Trabzon’un batısında denize kadar devam ederdi. Bugünkü Laz’lar Müslümanlaştırılmış Gürcülerdir. Lazistan eski Colchide’in bir parçasını teşkil eder. Colchide, iki kısma ayrılmıştı. Doğu kısmı şimdi Gürcistan’ın doğusunda Mingrelya’yı batı kısmı ise bugünkü Lazistan’ı vucüda getirmektedir.
Türklerle İranlılar yaptıkları bir müdahale ile Gürcistan Devleti’ni aralarında paylaştılar. Daha sonra Gürcistan’ın sukutu devam etti ve kardeş Rusya’nın yardımlarına kadar böyle gitti. Rus yardımıyla Türkler Gürcistan’dan atıldılar… Gürcistan ile Rusya arasında 1793’te akdedilen muahedede, Rusya Türkiye’den zapt edeceği toprakları Gürcistan’a vereceğini taahhüt etmiştir. Rusya bunu namuslu olarak 1855-1870’te ifa etti ve Gürcistan’ın zapt edilmiş memleketlerinin bir kısmını Türklerden alıp Gürcülere verdi.
Türkler Gürcülerden zapt ettikleri topraklarda asırlarca Gürcülere zulmettiler. Şehirlerin ve köylerin adlarını değiştirdiler. Tarihi abideleri yıktılar. Halkın adlarını ve soyadlarını değiştirdiler. Bütün bunlara rağmen, Türk idaresi halkın ruhundan ve vicdanından Gürcülüklerini silememiştir.
Türkiye bu harbe faşist Almanya’nın arkasında durup ona yardım ettiği halde, Gürcistan milleti umumi gayenin tahakkuku uğrunda kanını döktü, on binlerce evladını kurban verdi.
Buna binaen, Gürcü milleti kendisine ait olan toprakların kendisine verilmesini ve tarihî haksızlığın tamir olunmasını talep etmektedir. Çünkü hükümet bu hakkından hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Biz bu büyük hakkımızın hiç olmazsa bir kısmının tanınmasını istiyoruz.
İstediğimiz yerler şunlardır: Kars, Ardahan, Artvin ile Olti, Tortum, İspir, Bayburt, Gümüşhane ve Giresun’a kadar olan Lasiztan”

Tabi Ankara’nın olaydan çoktan haberi olmuştu. Dönemim en önemli isimlerinden Kazım Karabekir Paşa konuyu şu şekilde değerlendirmişti:
“Yabancı basın ajanslarından aldığımız malumat doğru ise şimal komşumuzun bizden bazı istekleri varmış. Bütün dünya bilmelidir ki Boğazlar, Türk Milleti’nin boğazı ve Kars Yaylası da belkemiğidir. Dost olmakta ve dost kalmakta her iki devletin de geniş menfaatleri vardır. Şayet Türkiye ile Rusya dost kalmayacak olursa bu hal her ikisi için de büyük zarar ve acılar doğurur. İki hükümetin doğru yoldan dostluk yolunu bir an önce bularak eski samimiyeti iade etmelerini candan temenni ederim.
Yine Kazım Karabekir 22 Aralık günü Ulus Gazetesi’ne, “Kars yaylasına hakim olmak Anadolu’yu istila için pusuya yatmak demektir.” demecini verdi.

O dönemlerde Amerika’nın tüm bu sürece nasıl bir tepki vereceği Türkiye’de merak ediliyordu. Neyse ki bu merak fazla uzun sürmeyecekti ve Amerika’dan cevap gecikmeden geldi.
‘Rus toprak isteklerinin İngiltere ve Amerika’da akisleri’ başlıklı yazıda Amerika ayanından M. Mundt “Büyük milletler, küçüklerin mallarına el atacak olursa ortada hiç bir kanun kalmaz” diyordu.

Bu çalkantılı dönemde Times muhabirinin telgrafı ise tarihteki yerini şöyle alıyordu:
‘Türkiye bir karış bile toprak vermemek azmindedir. Türk topraklarının tamamı 1941’de İngiltere ve Rusya tarafından verilen müşterek bir nota ile taahhüt edilmiştir.”
Aynı yazı dikkati çeken bir diğer nokta ise şöyledir: “Kürt ve Ermeni ihtilal komitelerinin bir müddetten beri Suriye’de ve başka yerlerde işbirliği yaptıklarını kabul etmek için ortada sebepler vardır. Türkiye, İran ve Irak’a karşı Kürt ve Ermeni istekleri aynı zamanda ortaya atılabilecektir. Eğer vaziyet böyle ise bu hal çok vahim olabilecek ve beklenmeyecek neticeler verebilecektir. Meclisteki görüşmelerde Kazım Karabekir Paşa’nın “Bir karış Türk toprağı için bütün Türkiye ateşe atılmağa hazırdır” şeklindeki konuşması büyük alkışlarla desteklenmiştir..

Amerika belgelerinde Moskova’daki (hangi görüşme) görüşmenin içeriği şu şekilde aktarıldı:
“İngiltere Krallığı’nın konu hakkındaki görüşleri ise, Montrö Sözleşmesi’nin modifikasyona uğraması sonucunda bölgedeki gemi geçişleri İstanbul’da oluşturulacak bir uluslararası komisyonun garantisine alınmalıdır. Bölgenin güvenliği büyük devletlerin garantisinde olmalıdır. Gerekirse büyük devletler bu garantiyi sağlamak için bölgede güç bulundurmalıdır. Bu konuda Türk hükümetiyle görüşülecektir.”
Birleşmiş Milletler Ligi’nde görüşmeler devam ederken 3 Eylül 1945 ‘te ABD Başkanı Truman, Boğazlar ile ilgili belki de bugünkü son haline temel oluşturan mektubu Birleşmiş Milletler Konseyi’ne sunmuştu.
Bu metinde şu maddeler yer almıştı;
– Boğazlar her daim tüm uluslararası ticari gemilere açık olacak,
– Boğazlar her zaman Karadeniz’e kıyısı ülkelerin savaş gemilerine açık olacak,
– Karadeniz’e kıyısı olmayan ülke savaş gemilerinin bölgeden geçişi için Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerin rızası gerekmelidir.

Mart 1946’da ABD’nin Ankara Büyükelçisi, Bessarabia ve Dobruca bölgelerinde büyük askeri hareketlilik olduğu, Rusların bölgeye büyük sevkiyatlar yaptığı, Rus hava kuvvetlerine ait uçakların Köstence yakınlarında uçtuklarına dair bilgiler aldıklarını ABD’ye bildirdi.
Büyükelçilikçe ayrıca, İran’ın Türkiye sınırında hareketlilik olduğu, Sovyetlerin Türkiye’ye müdahale edebileceğini, amacının Türkiye’de yeni bir hükümet ile Baltık Denizi’nden Karadeniz’e kadar olan bölgeyi kapatmak istediği bilgisini de ABD’ye iletti. Bu notlarda ayrıca, Boğazları kontrol etmek için kendine bir dost hükümet kurdurmak istediği yazılmakta idi. SSCB’nin açık savaş riski dahil Ermeni ve Kürtleri cephede kullanacağı ve doğu vilayetlerinde saldırı yöntemleri kullanacağına inanıldığı da yazıda yer alan bilgilerdendi..

1946 yılında Rusya, savaş sırasında miğfer devletlere ait gemilerin boğazlardan geçtiğini ve olaylar yüzünden birçok protestonun vuku bulduğunu bir notayla bildirdi. Boğazların tüm ticari gemilere açık olması gerektiği vurgulanarak, Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerin savaş gemilerine de devamlı açık olması yönündeki gereklilik de hatırlatıldı. Özel durumlar dışında, Karadeniz’e sahili olmayan devletlerin gemilerinin geçişine izin verilmemesi, boğazlar rejiminin Türkiye ve Karadeniz devletlerine ait olması gerektiği, boğazların Türkiye ve Sovyetler ortak savunmasında olması gibi konular da notayla bildirilen hususlar arasında yer aldı.
Türkiye, 21 Ağustos’ta nota cevabını SSCB’ye gönderdi. Amerika da 19 Ağustos’ta cevabını SSCB’ye göndermişti. “Boğazlar, her ülkenin ticaret gemilerinin geçişine her zaman açık olmalıdır. Boğazlar, Karadeniz güçlerinin savaş gemilerinin geçişine her zaman açık olmalıdır. Karadeniz’e ait olmayan savaş gemileri için Boğazlara geçiş, özel olarak öngörülen haller dışında izin verilmez.”.
24 Eylül’de ABD Büyükelçiliği, Rusya’nın 12 sayfalık yeni bir nota verdiğini ABD’ye bildirdi. Notada Rusya’nın Ağustos ayındaki notasında ısrarcı olduğu konusunda düşüncenin hakim olduğu yazıldı.
Notanın içeriğinin bilinmediği, ele geçince çevirisinin yapılıp gönderileceği konusunda bilgi notu da ABD ile paylaşıldı.

22 Kasım 1948’de Savunma Bakanlığı’nda Hava, Deniz ve Kara kuvvetleri koordinasyonunda bir gücün oluşturulup Akdeniz ve Orta Doğu’nun güvenliği açısından kritik öneme sahip Türkiye ve Yunanistan’a askeri yardım yapılması konusunda SANACC358/8 koduyla mutabakata varıldığı anlaşılıyor

ABD’nin, Rusya tehdidine karşı sürekli olarak Türkiye’ye yardım etmesi ve Rusya’nın boğazlara yönelik taleplerinde ısrar etmesi Türkiye’nin 2. Dünya Savaşı sonrasındaki dış politikasını belirlemesinde büyük rol oynamıştır.
Türkiye’de çok partili hayata geçilmesiyle, 14 Mayıs 1950 seçimlerinde Demokrat Parti tek başına iktidara gelmiştir. Ancak bu iktidar değişikliği Türkiye’nin dış politikasında bir değişikliğe neden olmamış, aksine Avrupa ve Amerika’ya olan ilgi daha da ve bu ilgiyi somutlaştıracak adımlar atılmıştır.
29 Mayıs 1950 ‘de TBMM’de hükümet programını açıklayan Başbakan Adnan Menderes, programın ilk bölümünde tek parti rejiminin eleştirisine yer verilirken, ikinci bölüm, daha çok özgürlük ve refah konusundaki vaatlere ayrılmıştır .
Adnan Menderes’in açıkladığı program bir parti programından ziyade meclisin genel tavrının metne dökülmüş hali gibidir. Zira Meclis tatildeyken Kore’ye asker gönderilmesi kararına muhalefet yalnızca usul açısından itiraz etmiş, içeriğini ise desteklemiştir.

Rusya tehdidine karşı 1949’da kurulan NATO’ya Türkiye alınmamıştır. 1950’de yapılan ilk başvuru da reddedilince Türkiye örgüte girmenin yollarını aramaya başlamış, bu arayış çok sürmemiş 1950’de Kore Savaşı’nın patlak vermesiyle aranan yol bulunmuştur. Barışseverliğini dünyaya duyurmak amacıyla Birleşmiş Milletler Birlikleri’ne Türk ordusu 25 Temmuz 1950’de 4 bin 500 kişilik tugayla destek vermiştir.

Türkiye uzun bir süre Boğazlar konusunda Rusya ile sıkıntılar yaşamıştır. Mümkün olan her dönemde Rusya Boğazlar konusunu sorun haline getirmiş, Boğazların kendisi için ulusal bir güvenlik konusu olduğunu savunmuş ve bu sebeple de Boğazlarda sürekli asker bulundurmak istemiştir.
1950‘den sonra Truman dönemiyle, ABD’de başlayan komünizmle mücadele politikası ABD’nin Türkiye ve Sovyetler arasındaki sıkıntılara artık bir çözüm bulunması gerekliliği düşüncesini de beraberinde getirmiştir. Bu kapsamda, ABD, 1951 yılı Mayıs ayında Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya kabul edilmelerini resmen önermiştir.

Türkiye’nin NATO’ya davet edilmesi üzerine Başbakan Adnan Menderes Fransız Haber Ajansı’na şu beyanatı vermiştir:
“Türkiye’nin eşit haklara haiz bir sıfatla Atlantik Paktı’na kabulü lehinde Ottowa’da verilmiş olduğunu öğrendiğimiz karar pek tabidir ki hükümetçe büyük bir memnuniyetle karşılanmıştır.
Atlantik Paktı camiasında memleketimiz, diğer aza devletlerle yapacağı iş birliğinde, dış siyasetimizin farikasını teşkil eden hüsnüniyet, samimiyet ve ahde vefa esaslarından daima mülhem olacaktır.”
Ömer Gök

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir